Ömer SIKIER’in ve Mehmet ŞENEL’in selamlama konuşmalarının ardından programa geçildi. Sunumu Muhammet ONUR’un yaptığı bu gecede hatip sözlerine katılımcılara aktüel sorular yönelterek başladı.
Hatip modernizmin, zamanın adaletsizliğinin temelini olusturan Hıristiyan kilise düşüncesine alternatif arayışlarıyla ortaya çıkan, bireye önem verip cemaat fikrini ortadan kaldıran ve insanı yeniden tanımlamaya yönelik eğilimler olduğundan bahsederek devam etti.
Daha sonra modernizmin öngördüğü insan tasavvurundan ve insanı içine sürüklediği sosyal dünya yapısına göre fikir ve eylem değişikliklerini dayatan bir sistem olarak işleyişinden bahsetti.
Hatip; bu sistemde, birey üzerinden hareket eden ve insanı toplumun en küçük parçası halinde ele alan, doğru ve yanlış kaygısında sadece nihai karara insanın akıl ile yorumlama suretiyle ulaşacağını savunan modernite düşüncesine değindi, insanın salt aklın kılavuzluğunda hakikati arayacağını belirtti ve ekledi: “Akıl müphem ve şüphelidir, yanılabilir bunu da tarihte izleyebiliriz” diyerek İslami çerçevede değerlendirdi.
İncil yorumlamalarında sorunların ortaya ciktiğını ve insanın tabiatı/gördüğünü yorumlamaya yöneldiğini, tanrının maksadını, insanı tanrılaştırmada anladıklarını belirten hatip, sözlerine örneklerle son verdi.
Günün anısına hatibe takdim edilen hediyenin ardından yaklaşık 40 kişinin katıldığı gece sona erdi.
Haber: Risalet KARAASLAN
BİF Students Leuven’de Ünisinema düzenledi.
19 Kasım 2013 salı akşamı Leuven üniversitesinde BİF Students tarafından ünisinema adlı sinema akşamı düzenlendi. BİF Students film tercihini Hekimoğlu İSMAİL’in yazdığı, Yücel ÇAKMAKLI’nın yönettiği Minyeli Abdullah‘tan yana yaptı.
Bahsi geçen eser, Hekimoğlu İSMAİL’in tanınmasına vesile olan ve 80 baskıya aşkın bir romanın hikayesidir. Mısır’ın Minye şehrinden olan Abdullah’ın, dönemin siyasi durumuna karşı tavizsiz dini duruşunu konu alıyor. Film aynı zamanda şimdiki Mısır’ı, ve yıllar önceki Türkiye’yi anlatır mahiyettedir. Herkes için, lakin bilhassa gençler için önemli mesajlar içeren film, beğeniyle izlenildi.
Nasıl ki yazar bu romanı yazabilmek için maddi yetersizliklerden dolayı çöplerden kağıtları toplamış ve kitabın yasaklanmasına ve kendisinin tutuklanmasına karşı dimdik bir duruş sergilemiş ise, bizde gençlerimizin aynı azimle davaları için çalışmalarını, aynı dirayeti sergilemelerini ve Allah’tan asla ümit kesmemelerini temenni ediyoruz.
Haber: Sultan ALKIŞ
20 Kasım 2013 tarihinde Charleroi – Haute Ecole Pronvinciale de Hainaut Condorcet okulunda ikincisi gerçekleşen uniseminerle beraber, “Akıl Ruh ve Nefs” kavramları Eğitimci Adnan DELİALİOĞLU tarafından işlendi.
Ruh akıl ve nefs olarak üç bölüme ayrılan seminer, hiç bir kavramın aslında bir diğerinden ayrı olarak işlev göremeyeceğinin altı çizilmiştir.
“RUH“
Timurtaş hocanın “Kimin gönlünde Allah yer etmişse onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır” sözleriyle konuya başlayan eğitimci; seminer boyunca Ruh’un yapısı hakkında bir bilgi verilemeyeceği ve sadece Ruh’un insanoğluna ne kattığını öğrenebileceğimizi vurgulamıştır.
Bu bağlamda, Efendimiz (sav)’e bir yahudi tarafından Ruh hakkındaki bilgisi sorulması üzerine İsra suresinin 85.ayetini indirilmiştir: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki : ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir. İnsan için ruhun mahiyetini kavramanın imkansız olduğunu ifade etmektedir”. Böylece “Ruh’un mahiyeti” asırlardır insanlığı en çok düşündüren konulardan biri olmuştur ve halen meseleye nihaî bir çözüm getirilememiş ve bundan sonra da getirilemeyeceği görülmektedir.
“Allah’tan gelip Allah’a döneceğiz” (Bakara s.) ayeti, Ruh’un Yüce Yaratıcıyla ne muhteşem bir bağ içerisinde olduğunu göstermektedir. Şöyle ki, Allah (c.c.)’ın insanlığa anne karnında kendinden bir ruh üflemiştir, ancak bu ruhun üflenmesi vahiyle bilgi transferi olarak anlaşılması gerekmektedir. Yani Ruh Allah’ın mülkiyetindendir fakat Allah yarattıklarına benzetilemeyeceği için, “Allah’ın ruh’u vardır ve o ruh’un parçası insanlara verilmiştir” gibi yanlış tesbitler yapılmamalıdır.
Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ın “İnanç psikolojisi” adlı kitabından örnek alarak, konuşmacı Adnan DELİALİOĞLU, “Ruh bilgisayar programına benzetilebilir” diyerek, bu konuya bir başka yönden de bakılabilineceğini belirtmiştir. Yani her insan ilgi alanı ile donatılmış, ve her insan hangi doğrultuda gelişmişse o tarafa meyledecek ve işleyecektir. Ruh’un hastalanması durumunda ise yine bilgisayar örneği alınabilir; bilgisayar devrelerinin problem çıkaracağı gibi, insanoğlununda elektronik ve bitkisel noktalarda devre dışı kalabileceği görülebilir.
Böylece ruh Allah (c.c.)’ın ikramı ve lütfü olarak bilinmesi gerekmektedir.
Delialıoğlu, Seyyid KUTUP’un Fîzılal’il Kuran tefsirinde geçen “ne sonsuz rahmettir ve de büyük değerdir ki, Allah bizim gibi küçük şeye değer veriyor” sözleriyle Yüce Yaratıcının bizleri nasıl “bitkisellikten” kurtardığını ve insanlar arasında karakter farkı olmasına rağmen, akıl ve nefs kavramları karşısında her birinin eşit olduğunun da altını çizmiştir.
Ayrıca, İmam-ı Gazali’nin de tesbit etmiş olduğu gibi Ruh-Akıl-Nefs kavramları arasına “Kalb’i” de eklemek mümkün olacağını vurgulamıştır. “Kalp akla, akıl ruha esirdir (Hz Mevlana)” yani akıl çalışabilmesi için ruha ihtiyacı vardır. Böylece İnsan ruhsuz hiç bir işlevi olmayacağını öğrenmekteyiz.
Ruh kelimesinin arapçada hava, rüzgar ve nefes gibi kelimelerden türediğini gördüğümüzde ise Ruh’un yanı nefesin Nefs’le bağlantıda olduğunu öğrenmekteyiz.
“AKIL“
Seminerin ikinci kavramı olan Akıl konusuna değindiğimizde ise, bu nimetin Ruh ile beraber insanoğluna ikram edildiği görülmektedir. Ruh insana üflendiğinde akıl da beraberinde çalışmaya başlar. Öyle ki, araştırmalar sonucu anne karnında olan bebek etrafdaki sesleri tanıyabileceği ve tepkiler verebileceği görülmüştür. Bu bağlamda aklı “ilimleri anlayan” olarak tanımlanabilir.
Aynı şekilde, Ruh çıkarken Akıl da onla gitmektedir (İmam-ı Gazali).
İmam-ı Nebevi’den nakledilen hadisten “bir et parçası hastalanırsa bütün her yer hem manen hem madden hastalanır” yola çıkarak Delialıoğlu insanın “değerli organları” olarak bilinen, kalbi ve akıl’ı da içinde barındıran organların insan hayatı için ne denli önem taşıdığını vurgulamıştır.
Bunun yanı sıra, Yüce Yaratıcı (c.c.) Beyin ve Kalp arasında da frekanslar olduğunu göstermektedir. Örneğin bir kişinin sıkıntılı anında kalbi sıkışır, mutlu anlarında ise kalbi huzur bulur. Her iki durumda da akıldan geçenler kalbe yansıdığını görmüş oluruz.
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur” ayetinde söylenildiği gibi, Ruh ve Akıl bozulduğu zaman, bunların tedavisi ancak Allah’ı zikretmekten geçecektir. Allah’ı sürekli zikretmek (hayırlı işlerde bulunmak, ibadet etmek, vs.) alışkanlık edinirse bu durum kalb yerleşir ve daima insan huzur bulur.
Bütün bunlar insana mahsus olduğunu belirten Adnan Delialıoğlu, diğer canlılarda örneğin hayvanlarda bu durumun oluşmayacağını, bunlarda ancak programlaşmış refleksler olduğunu söylemektedir. Her ne kadar insana yardım etmesi için yaratılan hayvanlarda (fil, sığır,köpek, vs.) bu akıl diğerlerine göre daha fazla olmasına rağmen yine de kısıtlıdır.
“NEFS“
İnsana verilen özelliklerin üçüncüsü olan Nefs, insanın hayvani duygularını ve arzularını yansıtmaktadır. Allah, insanı ve hayvanı bazı şartlarla ayırmıştır: Ruh insana hibe edilen ve Allah’a bağlı olmamızı sağlayan yanıdır. Akıl ise nefsimizi terbiye etmemiz için , nefsi hayvanlıktan çıkarmak için Ruh’un yanında verilmiştir. Yani nefsini kontrol edemeyen, hayvanileşmektedir. Fakat nasıl ki hayvanları evcilleştirmek mümkünse Nefs’i de yola getirmek mümkündür.
Örnek verecek olursak, Peygamber Efendimiz (sav)’in döneminden önce yaşamış ve aslen Cezayir’li olan Saint Augustin’in bu yöndeki anlayışına bakmak mümkündür. Nefsi terbiye için dünyalık işlerden uzaklaşmış ve zamanının büyük bir kısmını ibadetlerle geçirmiş bir şahsiyet olarak Hıristiyan topluluğunda öne çıkan isimlerinden biri olmuştur. Öyle ki, bir şeylerden zevk alma duygusu Saint Augustin için git gide hoşlanmadığı bir durum haline gelmiştir. Bu örnekle Delialıoğlu, hıristiyanların da nefs ve ruh anlayışı İslam dinine benzer olduğunu göstermiştir.
Bunun yanı sıra Şems süresinde geçen “(…)nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir” ayetleriyle anlayabileceğimiz gibi, Allah nefsi insana verirken, günah işleme yönünü de vermiştir.
Son olarak, nefs’in üç sınıftan oluştuğunu görebilmekteyiz: Nefsi emmare; yani kötülüğü emreden, Nefsi Levvame; kendini sorgulayan fakat çözümsüz kalan ve Nefsi mutmain; yani tatmin olan kalb mertebesidir ki bu en güzelidir.
“Önemli olan Nefsin hayvansal tarafının terbiyesidir. Kontrol etmek bu bağlamda önemlidir” diyerek sözlerine son veren Delialioğlu, bir kez daha katılımcılara konunun mahiyetini belirtmiş oldu.
Sunuculuğunu Burak Gündüz’ün üstlendiği seminer, hocamıza hediye takdimiyle son buldu.
Haber: F.Hümeyra EREN
22 Kasım 2013, UCL Mons üniversitesinde, « Süleymaniye’yi anlamak » başlıklı seminer, mimar ve aynı zamanda BİF dış ilişkiler sorumlusu olan Fatih BAYRAKTAR tarafından sunuldu.
16.yüzyılın, 3 padişah dönemi boyunca hizmet vermiş, yaşadığı bir asır sürecinde Osmanlı’ya tam 400 eser kazandırmış büyük usta Mimar Sinan’ı anlamadan, eserlerin arasında, İstanbul’un silüetini, kimliğini oluşturan, islam medeniyetinin bir sembolü olan Süleymaniye’yi anlamaya çalışmak doğru olmazdı.
Mimar Sinan, 1498’de, Selçuklu döneminde, yerlisinin taşçılıkla geçim sağlıyan Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğup, 22 yaşında İstanbul’a getirilir. Mimar başı makamına gelen Sinan, diğerleri gibi mimarlar ocağından değil, askerlikten yetişir. Bu bağlamda Sultan’ın katıldığı seferlere eşlik eder.
Büyük Usta, ilk kez Macaristan seferinde kabiliyetini ortaya koyar. Karaboğdan, ordunun Prut nehrinin karşısına geçmesi için inşa edilen köprü üst üste çökünce ,en son köprünün inşasını kendisine devredilmesine karar verilir ve tam 13 gün süren yapı sonrası, büyük ve yüksek bir köprü inşa eder. Böylelikle Osmanlı’nın Macaristana ilerlemesine vesile olup, aynı zamanda Sultan’ın gözdesi olur.
Üstad, Peygamber efedimizinde bulunup, İstanbul’un 3.tepesinde bir caminin inşasını tarif ettiği rüyayı Kanuni ile müşterek olarak gördükten sonra, Sultan’ın emri üzerine, Süleymaniye caminin inşasını, temele ilk taşı koyan Ebu Suud efendi ile başlatır.
« Osmanlı döneminde camiler, yani mabetler, ebediyete vurgu yapmak üzere taştan inşa edilmiştir, ve bu yüzden kalıcıdırlar, çünkü bunlar Allah için yapılır. Fakat etrafındaki evler, insanların dünyadaki geçiciliğini, dolayısıyla yaşadıkları ev ve konutların geçiciliğini temsil etmek üzere ahşaptan yapılır ».
Bu üslub itibariyle, çıraklık, kalfalık ve ustalık olarak ayırdığı meslek hayatının kalfalık döneminin şaheseridir Süleymaniye. Bir ibadethaneden ziyade,külliye olmasıdır özelliği. Hamamı ile inşasında çalışanların ise başlamadan önceki temizliklerine önem verecek kadar ince düşünceli; içerdiği farklı medreseleri ile ilime verdiği önemi ve Osmanlı’nın şehir yapılanmasının sonucu olarak merkezi bir mekanda olma özelliği ile insanların hayatlarındaki ortak ve önemli bir nokta oluşturması, Süleymaniye’nin dini yapılar ile toplumsal hizmetin bir bütünlük sağladığına dair en önemli örneğidir. Aynı zamanda din ve devlet ilişkisininde bir göstergesidir.
Tevhid inancı üzere inşa edilen bu mabette, kubbe Hz. Muhammed’i, kubbeyi taşıyan 4 fiil ayaklar ise 4 halifeyi simgeler. Cemaat düzeni, kare küb üzeri binayı temellendirmeyi zaruri kılar. Bu sert hattı yumuşatarak üst yapıyı kemer ve kubbelerle kurmuştur. Bütün eserlerinde dikkat ettiği nokta ise birbirine zıt olan düz çizgilerle kavişler oluşturmasıdır (yer ile gök gibi tezat münasebetler oluşmuştur). İşte göğe asılı duruyormuş gibi duran kubbelerin sırrı budur. Dört minarenin anlamı ise : İstanbul’un fethinden sonra 4. padişah olduğuna, on şerefe’de 10. Osmanlı padişahı olduğuna işaret etmek içindir.
Işıklandırma için kullanılan kandillerden çıkan isin mürekkebe çevirlerek kullanılması; akustiğin kubbenin içerisine yerleştirilen bardakçık şekilleri sayesinde Allah’ın kelamının herkese eşit şekilde ulaşması; ebcet hesabı ile kubbenin ve minarelerin yüksekliğine göre rakam karşılığı ile ortaya çıkan « Adem,Allah,Muhammed » isimleri; eserin inşasındaki titizliği ve oratadaki büyüleyici anlam ruhunun bir tecellisidir.
Süleymaniye’nin inşaatı 7 yıl gibi bir kısa süre içerisinde biter. Bittiğinde, Sinan, kapının anahtarı ile Kanuni’yi çağırdığında ise Sultan : “Bu kapıyı açmak Mimar başımız Sinan’a aittir” der. Fakat tevazu abidesi Mimar,gözlerinin feri tükenerek ağma olmuş, dünyaya seğir penceresini yitirmiş olan Hattat Karahisar’ın fedakarlığını düşünmektedir. Bunun üzere Sultan’ın sözlerine edeple şöyle mukamele eder : “Hattat bu camii şerifi hatları ile tenzin ederken gözlerini feda etti, bu şerefi ona bahşediniz”.
Eserlerinin çoğuna imza atmamış, veyahut attığında « El fakirül hakir », yani Allah’a karşı olan acizliğini temsil eden bir Mimarın, türbesindeki mütevaziliği ile bizleri kendisine ve eserine tekrardan hayran bırakıyor..
Bize bıraktığı büyük kültür mirası için kendisini minnetle anıyor ve rahmetle yaad ediyoruz.
Tavsiye edilen eserler :
Mimarlık ve felsefe – Dücane Cündioğlu
İslam’da şehir ve mimarı – Turgut Cansever
Bir yönetim modeli: Süleymaniye – İbrahim Zeyd Gerçik
Haber: Havvanur BAYRAKTAR
Foto: Faruk AYDIN, Risalet KARAASLAN ve Şuayb ERSOY